Dünyanın merkezi neresidir diye düşünmeye başladığım yıllar her şeyin merkezinde kendimi bulduğum zamanlara denk geliyordu. Köyün en güzeli bendim. En zekisi kim diye yarışma yapsalar tabii ki ben birinci olacaktım. Gül Köyü’nün biricik Goncası’ydım. Köyümüzün girişinde bir çeşme vardı. Dedem o çeşmeyi yaptıranın Fatih Sultan Mehmet Han, yapanın da bizzat Hızır Aleyhisselam olduğunu anlatır dururdu. Yanında o zamanlar göğü delip geçtiğini düşündüğüm iki servi ağacı bekçisi iken üzerinde Osmanlıca bir beyit yazıyordu. “ Güller döşenir payına ey gonce “ (Ayağına güller döşenir ey taze gül).Kendini beğenmişliğin zirvesinde olduğumda sık sık çeşme başına gider köyümüzün isminin Gül oluşu ile bu köyün Goncası olmamda büyük bir anlam gizli olduğunu hayal ederdim. Meydana öyle bir giriş yapardım ki sanırsınız Fatih Sultan Mehmet hanın kızıyım.
Dünyanın merkezinde ben değil Beytullah’ın olduğunu öğrenmem de bu cahil yaşlarıma rast gelir yine. Önceleri hac vazifesini gören köylülerimiz hiç dikkatimi çekmiyordu. Hacı olan Fatma teyzeyi ziyarete gidişimiz benim için zemzem suyu içme ve hurma yeme ritüelini gerçekleştirme günüydü. Ta ki hurmamı afiyetle yerken Fatma teyzenin “ Rabbim dünyanın merkezine gidip dua etmeyi nasip etti şükürler olsun” cümlesine kadar. Orada o gün Fatma teyzenin anlattıkları, döktüğü hasret gözyaşlarına dikkat kesilmiştim. Ağzından çıkan her kelime, akıttığı her damla yaş beni tahtımdan indirmişti. Aynaya baksam artık bir han kızı değildim. Artık değil gül goncası ağaçta bir yaprak bile değildim. Yedi kubbeli hamam kurmaya başlamam o günden sonra oldu.
O gün eve dönerken sanki ilk kez duyuyordum Selami Hocanın ezan okuyuşunu. Ertesi gün ve ondan sonraki günler dünyanın merkezindeki Kabe-i Muazzama’yı araştırmakla geçti. Köy yerinde araştırmak kolay olmuyordu. Kaynakların tamamı camideydi. Kur’an-ı Kerim’de adının geçtiği tüm ayetleri ezberlemiştim. Şimdi sıra Beytullah’ı ziyaret edenlerin elini eteğini öpmekteydi.
Fatma teyzeyi o kadar sıkıştırmıştım ki hacı olmayı anlatması için; bir hafta tarlasında patates toplamam karşılığında almıştım istediğimi. Ihlamur ağacının gölgesinde dinlenirken bohçasından çıkardığı bazlamanın kokusu aç midemi yatıştırmaya yetmişti. 
-Eh güzel Goncam çoh bekledümdü ben hacı olmayı çohh.. Rüyada gördüydüm de kimsecikler inanmadıydı. Yaaa gettüm dee Hacer’ül Esved’e sürdüm ellerimi.
Bunu söylerken avuçlarında elmas taşıyormuş gibi baktı ellerine. 
Hacı olup gelenler, Ümre yapıp köye dönenler en yakın dostum; hasretle yolunu gözlediklerim olmuştu büyürken.  Ümreden yeni gelen dedemin arkadaşı Seyfullah amcanın dizinin dibinde dinliyordum sokak sokak ezberlediğim Mekke’yi. Seyfullah amcanın hanımı Sultan teyze yüzüme şaşkın şaşkın baktı
-Gonca gızım, gözel yavrum de bakem niye büktün boynunu sakızını tezeğe düşürmüş bebe gibi?
Hakikaten öyle bir halim vardı. Artık hasret çökmüştü yüreğime. Gece gündüz gözyaşı döküyor, namazlarımda dualarla secdeye kapanıyordum. Sanki Yüceler yücesine ahvalimi bildirdikçe teslimiyetim artıyordu. 
Bir gece teheccüdden sonra yere inmiş de ellerimle tutacakmışım gibi görünen yıldızlara bakarken tatlı tatlı esen rüzgara da döktüm içimi. Açtım ellerimi semaya
-Allah’ım, kalplerdekini bilen sensin. Beni de çağır Beytullah’ına. Geleyim, öyle bir geleyim ki aşkınla yak beni orada. Kavrulayım teslimiyetinden. Amin.
Ve bir gün nihayet Rabbim beni de çağırdı. O kadar heyecanlıydım ki içimden valiz hazırlamak gelmiyordu. Kendimi sarıp sarmalayıp uçarak gitmek, dünyanın merkezinde aşktan yanarak kül olmak istiyordum bir an önce. 
Yolun uzaklığından değil de bir türlü beklediğim anın gelmemesinden gönlüm yorulmuş, kendimi otele zor atmıştım. Şimdi aramızda çok az bir mesafe vardı. Sevgiliye kavuşacaktım. O heyecanla abdest aldım. Beraber gittiğim dostlarımın hazırlanmasını beklerken elimde tesbihimle uyuyakalmışım. Uykuda olduğumu zannederken gözümü Kabe’ye değil de hastanenin ilaç kokularına açtım. 
Arkadaşlarımı beklerken klimada bir arıza oluşmuştu. İçeriye verdiği gaz yavaş yavaş uykuya dalmama neden olmuştu. Zehirlenmiştim. Ve şükür ki heyecanımı bilip de odamdan çıkamadığımı gören yol arkadaşlarım tarafından kurtarılmıştım. Beytullah’ a henüz kavuşamamıştım ama duam kabul olmuştu. Soluduğum zehir nedeniyle gırtlağımdan ciğerime kadar yanıyor ve su bile içemiyordum. 
Bir hafta Sevgilime, Kabe’me kavuşacağım günü bekledim hastanede. Allah duama icabet etmiş, beni çağırmış ve duamı düzgün etmeyen ruhuma öyle güzel bir ders vermişti ki alev alev yanarak, sürüne sürüne kavuşmuştum dünyanın merkezine. 
Yılların verdiği hasretle gecem gündüzüm Kabe’de geçmişti. Yoruldukça sırtımı duvara yaslamış çevresinde şakıyarak tavaf eden ebabil kuşlarıyla dinlenmiştim. 
Ve eve, dünyevi hayata dönüş, Sevgili’den ayrılış günü gelip çatmıştı. Kabe’ye yüzümü dönmüş, seccademde oturmuş dua için ellerimi açmıştım. Ayrılık üzüntüsünden gözyaşlarımı tutamıyor duada coştukça coşuyordum.
-Tırtılken kozamı ördüm. Sana yavaş yavaş hazırlandım. Geldim, kozamdan çıktım, kelebek oldum. Şimdi burada uçan şu ebabiller benden şanslı. Ya Rab gitmeme izin verme. Gittikçe döndür beni, pervanen olayım yak beni.
Birden sırtım ürperdi. Ne demek yak beni. Yak beni dedikçe yanıyorsun bre cahil diye söylendim kendime. 
Dünyanın merkezine Gül Köyü’nün Goncası’nı dua etmeyi öğretmek için çağırmıştı Allah. Ağzımdan çıkan dua yerine geçmişti. Cayır cayır yanarak öğrenmiştim duanın nasıl edileceğini.
-    Allah’ım sen çağır, ben yine geleyim. Edebimle duamı edeyim. Amin.