Hastane odasında arkadaşlarımın yaşım ve futbol üzerine yaptıkları esprileri gülerek dinliyordum. Birazdan ameliyata girecek olmak tüm kaslarımı germişti. Bir kasım hariç. Gençlerin futbol çağrısına koşarak gidecek kadar gençtim oysa ama ayağımda kafasına göre takılan aşil tendomum tüm çevreme kırk plus yaşım olduğunu hatırlatmıştı. Daha önce hiç operasyon geçirmemiştim.

Çok korkuyordum. Çocuklar gibi ellerim terliyordu, üşüyordum. Karnım çok acıkmıştı. Nerde kalmıştı şu anestezi doktoru. Gelseydi ve sustursaydı herkesi. Çok kırgındım aşil tendomuma. Herkesin diline dolamıştı beni. “ senin neyine futbol, kırk yedi yaşındasın. Artık golf oynayabilirsin” sözleri boşaydı.

Çünkü daha topa vurmamıştım bile. Ayağımı kaldırdığımda o kadar canım yanmıştı ki kalenin arkasından kim taş attı diye baktığımı hatırlıyorum. Sonra o kulağımda yankılanan “tak” sesi ile yere yığıldığımı. Şimdi bu odada bir an önce tendomumla başbaşa kalmak için doktoru bekliyordum.

-Merhaba Tamer Bey. Ben anestezi doktorunuz Levent.

İşte başlıyordu her şey. Doktoru can kulağı ile dinliyorduk. Yanına gelen hemşireye:

-Ameliyathane Ekselsiyor hazır mı?

Demesi sadece benim değil tüm oda halkının dikkatini çekmişti. Ameliyathane Ekselsiyor ne demekti?

Herkesle büyük bir zevkle vedalaştıktan sonra uslu bir çocuk gibi sedyeye geçmiştim. Ameliyathaneye inerken merakım korkumu yenmişti. Hemşire hanıma ekselsiyorun ne olduğunu sordum.

Kırk yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadın gülümsedi:

-Sanırım bu hastanede ilk kez ameliyat olacaksınız.

-Evet

-Ekselsiyor Sami Bey ameliyatınıza girecek. Size bunu söylemediler mi?

-Doktor Sami beyin yurt dışında seminerde olduğunu, yetişirse ameliyatıma onun gireceğini söylemişlerdi ama tanışamadık.

-Endişe etmeyin. Türkiye’nin en iyi ortopedi cerrahına emanetsiniz.

-Bunu hastaneye ödediğim ücretten anladım zaten ancak merak ediyorum?

Ücreti söyleyince kıkırdayan hemşire hemen cevap verdi:

-Ekselsiyor lakabını duymamıştınız.

-Yabancı da gelmiyor ama.

Ameliyathanenin önüne gelmiştik. Gerçekten de üzerinde kocaman harflerle AMELİYATHANE EKSELSİYOR yazıyordu. Şimdilik her şey normal görünüyordu.

Titremeye başlamıştım, üşüyordum. Bu yaşıma kez defalarca bu kapılarda hasta beklemiştim. Beklemek ne kadar zor diyordum. Hangisinin zor olduğuna karar veremeden esprili arkadaşlar kapıya üşüştüler. Beni rahatlatmak için yaptıkları şakalara artık gülmüyordum.

Ayağımda kendini özgür bırakmış bir kas vardı ve yaşım umurumda değildi, gergindim.

Güler yüzlü hemşireler evraklarımı son kez kontrol edip beni içeriye aldılar. O an tüm korkularımı kapıda bıraktım; sanki biri şaka yapıyordu. Gulliver babasının sözünü dinlemiş de cerrah olmuştu ve burası ona aitti. Bir masalın içindeydim. Ameliyat olacağım masa ayakta duran hemşirenin omuz hizasındaydı. Bir tarafında sanki masada cüceler çalışacakmış gibi basamaklar vardı. Beni masaya almaları zor olmadı. Asansör gibi bir sistem kurmuşlardı. 

Yanılmıyordum. Burası seyyah değil cerrah Gulliverin mekanıydı. Az sonra doktorumun sesi girdi içeri kendinden önce.

-Hastamızın adı neydi?

-Tamer ben.

Yanıma yaklaştı.

-Ooo hocam sizi daha bayıltmamışlar. Memnun oldum ben de Sami. Birazdan anestezi alacaksınız.

O konuşurken ben Gulliveri bir yerden tanıdığımı ama nerden olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Masanın yanında bacakları boyum kadar bir adam benimle konuşuyordu. Onu bir yerden hatırlıyordum ama nerden? Sorunun cevabını bulamadan kendimden geçmiştim. Odama geçiş anını hatırlamıyordum.  Ağrılarımla ve beni güldürmeye çalışanlarla baş başaydım. Akşam olduğunda uzun bacaklı doktorum geldi.

-Nasılsınız bakalım?

-Ağrım çok.

-Bu geceyi atlatınca daha çok rahatlayacaksınız.

-Sizi bir yerden hatırlıyorum ama.

-Yani hatırlasanız sadece lakabımdan hatırlarsınız.

O an beynimde bir şimşek çaktı. Ameliyathanenin üzerindeki yazı geldi gözümün önüne.

Ekselsiyor!

-Ekselsiyor Sami! Diye heyecanla bağırdım.

-Tamer hoca beni ne zaman hatırlayacaksınız diye bekliyordum.

-Ama hocam siz, burada nasıl?

-Eh! Yükseldik be hocam. Dedi gülerek. Ne kadar gülse haklıydı. Lisede Fransız okulunda beraber okumuştuk. Beşinci sınıftan sonra Sami’nin boyu durdurulamaz şekilde uzamıştı. Basketbol takımının gururu Sami; aşık olduğu her kızı normal boyutundakilere kaptırıyordu. Fransızca öğretmenimiz Sami’ye ömür boyu üzerine yapışacak olan “ EKSELSİYOR” lakabını takmıştı.

 Latincede ekselsiyor; daima yukarı yükselen anlamına geliyordu. Okul bitene kadar öğretmenlerimiz bile Sami’ye Sir Ekselsiyor diye seslenmişlerdi.

Bu yüzden okul yılları zor geçmişti. Daima yükselen bu adamın bir süre sonra yakınında kimse kalmıyordu. O istemese de herkese tepeden bakıyordu ve bir zaman geçince insanlar kendilerine böyle bakan biriyle arkadaş olmak istemiyorlardı. Tıpkı Gulliver gibi tıp kazanmış, babasının ısrarı ile cerrah olmuştu. Yıllardır onu görmüyordum ve en son duyduğumda hastaneden ve meslekten istifasını istemişti. Onun boyunda biri için şartlar çok zordu.

Okulda boyu daha doğrusu bacakları uzamaya başlayınca basketbol antrenörünün gözdesi olmuştu. Basket oynamayı çok sevmişti. Hatta hepimiz Sami’nin büyüyünce başka bir iş yapabileceğini düşünmüyorduk. Bir süre okulun gözdesi olmuştu ama yanına kimse yaklaşamıyor basket atmak için hamle bile yapmalarına fırsat kalmıyordu. Kendi takım arkadaşları bile artık onu rakip görmeye başladığında anladı takımda dışlandığını. Sürekli kenarda beklemekten sıkılıp bırakmıştı sporu.

Yüzme denemişti, kantindeki tüm gruplara katılmayı denemişti ama olmamıştı. Sir Ekselsiyordu o. Asla normal olamazdı hayatı.

Ayağımın gidişatı için son kontrole geldiğimde öğlen yemeğine çıkıp geçmişi yâd ettik.  Babasının zoruyla cerrah olduğunda okul yılları da ilk hastane yılları da yine Ekselsiyor Sami olarak zorlu geçmiş.

-Cerrah olmayı, insanlara iyi gelmeyi çok sevmiştim. Ama iyi geldiğim sürece doktor Sami’ydim.

Diye anlatmaya devam etti.

Meslekteki başarısı ona özel ameliyathaneyi de beraberinde getirmişti.

Yemekte vedalaşıp ayrıldığımızda arkasından baktım uzun uzun bu uzun adamın. Adının hakkını vermişti. Her anlamda yükselmişti. Onun için içimde hüzünlü bir sevinç duydum. Yalnızlığa mahkûmdu. Nilgün Marmara ne güzel demişti;

“Uçurumlar var diyorum; insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında”