HALK54.COM/Sude GÜNEŞ
Ender Düşünce Platformu, son bir yıl içinde katledilen 500'e yakın kadını anmak için AKM önünde toplanarak basın açıklaması gerçekleştirildi. 

Ender Düşünce Platformu kurucusu Arda Yiğit ve Merve Dalkıran tarafından okunan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:
"Herkesi sevgi ile selamlıyoruz!
Ölmek istemiyorum! Bu cümle bundan tam bir sene önce eski eşi tarafından öldürülen Emine Bulut’un son sözleriydi. Emine Bulut cinayetinin ardından bir sene sonra aynı nedenlerden dolayı yine buradayız. Son bir yıl içinde katledilen 500’e yakın kadını anmak için buradayız. Her türlü cinsel, fiziksel, psikolojik, ekonomik ve ev içi şiddete karşı durmak için buradayız. 

Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi bütün insanların cinsiyet, dil, din, ırk, cinsel yönelim ayırt etmeksizin eşit yaşama hakkı olduğunu belirtir. Biz kadınlar da en başta öldürülmeyerek bu hakka sahip olmak istiyoruz. Kadınların yaşama hakkından bahsederken nelere değinmek istiyoruz? Öncelikle, 2020 yılı içerisinde öldürülen 239 kadından %52’si “kendi hayatına dair karar aldıkları” bahanesiyle öldürüldü. Bu istatistik bize Türkiye’de kadınların kendi yaşamları üzerinde söz hakları olmadığını ve kadınların özgürleşmelerinin engellendiğini acı bir biçimde göstermektedir. Sosyal alanda karşılaştığımız maddi ve manevi ayrımcı söylemler, kadınların özgür ve otonom bir birey olmaktan öte, korunup kollanması gereken varlıklar olarak algılanmasına, kadınların, toplumsal bazda değersizleştirilmesine ve kendilerini yetersiz hissetmelerine yol açmaktadır. Kadınların özgürlükleri için mücadele ettikleri yolda öldürülmeleri veya toplumsal baskıya maruz kalmaları, fiziksel ve psikolojik şiddetin açık bir göstergesidir. Şiddetin olduğu bir yerde özgürlüğün olmayacağı apaçıktır. 

Sosyal yaşamdaki bütün engellere rağmen kadınların eğitim ve öğretimdeki sayıları her geçen yıl artış göstermektedir. Buna rağmen, Dünya Ekonomik Forumu’nun toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik oluşturduğu 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’na baktığımızda; kadınların ekonomiye katılımı, fırsat eşitliği, eğitim imkânlarından yararlanma ve siyasi katılım gibi oranları hala yeterli ilerlemeyi kaydedememiştir. Öyle ki, bu rapora göre ülkemiz 153 ülkenin bulunduğu bu listede 130. sırada bulunmaktadır. Bu vahim sonucun sebeplerinden biri, toplum değerlerinin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik olması ve kadınların iş hayatındaki yerinin sembolik olarak algılanmasıdır. Ülkemizde hala etkisini gösteren geleneksel kültür anlayışının parçası olan ataerkil toplum yapısının oluşturduğu toplumsal cinsiyet rolleri; kadını aciz, sessiz kılıp, kadına yönelik şiddeti örtbas etmektedir. Ataerkil toplum yapısının getirisi olan “aile reisi erkektir” anlayışı kadını her konumda, toplum içinde geri plana atmaktadır. İkincil konuma düşen kadın, her şekilde bastırılmıştır. Şiddete karşı susmak ve şiddeti kabullenmek, şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. 
“Her şey dilde başlar ve dil ile gelişir” mottosundan yola çıkarak kültürümüzde bir değer olarak yerleşmiş, şiddeti destekleyici atasözleri ve deyimler üzerine de düşünmemiz gerekmektedir. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksiltmeyeceksin”, “oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün” gibi halk içinde sıklıkla kullanılan kadınlara yönelik şiddeti meşrulaştıran bu deyimler de birer şiddet ürünüdür. 

Bugün burada bulunmamızın temel amacı, kadına yönelik şiddet ve öznesi her kim olursa olsun yeryüzünde şiddet mağduru olan bütün çocuk, erkek, queer bireyler ve hayvanların yanında olduğumuzu göstermektir. Böylelikle tepkimiz: şiddeti destekleyen, toplumda kadınların yerini sembolik olarak algılayan, hangi kesime olursa olsun pozitif ayrımcılık uygulayan, “öteki”nin kişilik haklarına saygısı olmayan kişileredir. İşte bu nedenle biz her yıl, Ağustos ayının 18’inde başta kadınlar olmak üzere tüm insanlara ve canlılara uygulanan şiddet suçlarına karşı durmak için ve İnsan Hakları’na yönelik farkındalık yaratmak adına burada olmaya devam edeceğiz. 

Gündemimizde sıkça rastladığımız ve ülkemiz içerisinde tartışma konusu haline gelen bir meseleyi daha aydınlatmayı sorumluluğumuz olarak görmekteyiz. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi yani bir diğer adıyla İstanbul Sözleşmesi 11.05.2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan sözleşmedir. Sözleşmenin uluslararası belge ve imzacı ülkeler için hukuki bağlayıcılığı bulunmaktadır.  Sözleşme temelde kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olduğunun altını çizmektedir. Yine bu sözleşme taraflara şiddeti önleme, etkin soruşturma ve kovuşturma sorumluluğu vermektedir. Sözleşme bazı kesimlerce anlaşıldığından farklı olarak geleneksel aile yapısına herhangi bir zarar vermemektedir. Sözleşme belirli bir aile tanımı yapmamakta veya herhangi bir teşvikte bulunmamaktadır. Ev içi şiddete karşı alınan önlem ve kurulan koruma mekanizmalarından evli olan ya da olmayan herkesin yararlanabilmesi amaçlanmaktadır. Sözleşme eşçinselliği özendirmemekte veyahut eşcinsel evlilikleri teşvik etmemektedir. Sözleşmeye göre hiçbir cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş, etnik azınlık, cinsel yönelim, medeni durum, toplumsal cinsiyet kimliği, göçmen ya da mültecilik, yaş vb… ayrımına yer verilmeden şiddet suçları engellenmelidir. 

Sözleşme evliliklerin azalıp, boşanmaların artmasına neden olmamaktadır bilhassa toplumsal ekonomik ve sosyal değişimler evlenme ve boşanma süreçlerini etkileyen temel faktörlerdir. Ayrıca, orijinal ismi “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi İngilizce metinden yapılan bir çeviri farkı nedeniyle kapsamını eşler arası şiddetle sınırlarken, evlilik dışı ev içi şiddete önlem geliştirmekte yetersizdir. Bu çerçevede, sözleşmenin kapsamının geliştirilmesi gerekmektedir.
2011 yılından bu yana kadın cinayetlerinin artış göstermesindeki sebep İstanbul Sözleşmesi değil aksine sahip olduğumuz politik ve sosyolojik etkenlerdir. İstanbul Sözleşmesi şiddeti engellemeye dönük bir metindir, kadın cinayetlerinin önüne geçebilmenin en etkin yolu sözleşmenin uygulanmasındaki eksikliklerin giderilmesidir. 

Türkiye sözleşme metninin hazırlanmasında ve imzaya açılmasında en etkili ülkelerden biri olmuştur. Sözleşmenin yazımına Türkiye’nin dört bir yanından birçok kadın örgütü destek vermiş, 11.05.2011’de imzaya açılan sözleşme, 24.11.2011’de TBMM’de oy birliği ile kabul edilmiştir. Ayrıca Türkiye sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olmuştur. Sözleşme düşünülenin aksine her durumda kadının beyanını esas alıp erkeği mağdur etmemektedir. İstanbul Sözleşmesi bu noktada tehdit altında olduğunu beyan eden kadının ek delil aranmaksızın korunmasını hedeflemektedir. Yani kadının beyanı hükme değil, tedbir ve soruşturmaya esastır.  İstanbul Sözleşmesi kadına süresiz nafaka hakkı vermemekte, erkek açısından herhangi bir mağduriyet yaratmamaktadır. Yoksulluk nafakası ile ilgili hüküm, medeni kanunun 175. Maddesinde yer almaktadır. Ayrıca boşanma nedeni ile yoksulluğa düşen erkek de nafaka talep edebilmektedir.

Son olarak, sözleşme her türlü şiddetin suç olduğunu, bu suçun toplumsal değerler kötüye kullanılarak örtülmemesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu nedenle, şiddet uygulayan ya da uygulamakla tehdit eden bireyler sözleşme gereği evden uzaklaştırılabilmektedir.
Bugün, burada İstanbul Sözleşmesi’ni konu etmemizin esas nedeni, yaşanan kadın cinayetlerine ve şiddet suçlarına etkili ve hızlı bir son verebilme gayemizdir. Bu nedenle, sözleşme ile ilgili yanlış bilinen bilgileri, doğruları ile değiştirmek ve daha bilinçli bir hareket oluşturmak istemekteyiz.
Unutmayın, hangi inanç türüne veya cemiyete mensup olursanız olun, haksızlığa karşı sessiz kalmak, zulmün yanında olmaktır. Zaman, içerisinde akıl bulunmayan öfkeyi bir kenara bırakıp, bilinçlilikle ve sevgiyle hareket etme zamanıdır. Birlikte, daha güzel yarınlar inşa edebilmenin umuduyla sizleri selamlıyoruz. Hoşçakalın."