İstanbul’un bir tek sahilini seviyordu. Sahile sırtını verince karmaşık bir labirent onu yutacakmış gibi irkildi. Yüzünü tekrar Kız Kulesi’ne çevirdi. Ocak ayını iliklerine kadar hissetti. Ortalarda kimsecikler yoktu. Burnuna düşen kar tanesi, hava durumunda günlerdir alarm verdikleri fırtınanın yaklaştığının habercisiydi. Aldırmadı. Bugün izin günüydü ve bunu beton mezarlığın içinde geçirmeye niyetli değildi.

Kar pantolonunun üzerinde en sevdiği kırmızı penyesi vardı. Sonra sırayla; mavi yumuşacık hırkası, siyah paltosu ve yine kırmızı şalını giymişti. Başına taktığı, beyaz karlara en çok yakışan kırmızı beresinin üzerine paltosunun şapkasını da geçirmişti. Hangi fırtına bu lahanaya kafa tutabilirdi ki!

Banka oturdu. Sırt çantasından kahve termosunu çıkardı. Kapağını açtı. Kokusunu içine çekti. “İyi ki son anda aklıma geldi” dedi. Kar lapa lapa kısmına geçmişti. Kahvesini içmeden önce bir kez daha kokladı. Sabahtan beri gece rüyasında gördüğü dostlarıyla olan hatıraları beynine daha çok hücum etsin istiyordu. Denizde yazın sıcak maviliği yerine kışın soğuk grisi dans ediyordu. Soğukta bolca balık olmalıydı. Martıların biri iniyor biri kalkıyordu havaalanındaki uçaklar gibi.

Kahvesinden bir yudum aldı. Daha yutmadan Handanla okulda içtikleri kahvenin tadı geldi oturdu anıların üzerine. Üniversitenin ilk günü liseden yeni çıkmış bu iki şaşkın; kantin görevlisine çekinerek yaklaşmış aynı anda “ bir sütlü nescafe lütfen” demişlerdi. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Sonraki bir saati; ilk nescafe deneyimini; hangi şehirlerden ne şartlarda geldiklerini konuşarak geçirdiler.

Şimdi bu koca şehirde ne zaman kendini yalnız hissetse kırk yılın hatırı kahvesiyle gençliğini buluşturuyor. Azıcık eğlenip işine geri dönüyordu.

Bankın yanındaki durakta otobüsten sırtlarında çantaları, başlarında dünya ile bağlantıyı kesen kulaklıkları ile birkaç genç indi. Kendisi de kullanıyordu ama gençlerin bunu beraberken kulaklarından indirmeyip duvar gibi gezmelerine anlam veremiyordu. Okulun en güzel yılları, hatta hayatın en güzel yıllarını yaşayan bu çocuklar neden birbirleriyle konuşup gülmektense tepkisizce yaşayıp gidiyorlardı?

Yirmi yıl geriye gitti. Üç kız arkadaş eve dönmek için koşarak otobüse yetişmişti. Gece oturup vizelere çalışacaklardı. Arabadayken gece uykusuz kalmalarına yardım edecek kola, çikolata, çekirdek üçlüsünü almadıklarını fark etmişlerdi. Handan ve kendisi bunu sorun görmemişti ama boyundan büyük işlere atlamasıyla meşhur ufaklık lakaplı Sezin “ kesinlikle bir şey yapmalıyız” diye tutturmuştu. Sezin kafasına koyduysa yapacaktı.

Birden otobüs şoförünün yanına zıplamıştı Sezin, Handan’ın onu yakasından tutma çabasını aşarak. “ şoför bey nasılsınız?” diye başlayan muhabbetin ardından diğer ikisi otobüsün en arkasına kaçmıştı utançlarından. Şoförün ve öndeki yolcuların kahkahası Handan ve Suzan’ı haklı çıkarmıştı. Ufaklık şoföre dil dökmüş, durak olmamasına rağmen büfenin önünde koca otobüsü durdurmuş, aheste aheste inip ihtiyaçlarını almıştı. Kibar şoföre de sigara almayı unutmamış, herkesi bir kez daha güldürmüştü.

Hatırlayınca kendi de kıkırdadı. “ keşke daha çok gülseydik.” “İyi ki kulaklık yokmuş o zaman bizde. İyi ki telefonu da kulübe bulunca kullanıyormuşuz. “ diye iç geçirdi.

Bir yudum daha aldı kahvesinden. Ama bu sefer gerçekten çok üşümüştü. Üstelik göz gözü görmüyordu kardan. Karşıya geçti. Kafeye girdiğinde ellerini hissetmiyordu ve burnunu. Anaç lakaplı Handanı yanında olsa şimdi ona “minik burun, üşüdün mü?” derdi. Ne çok severdi Suzan’ın burnunu. “ anne karnında biraz daha kalsan burunsuz doğacakmışsın” derdi hep. Gülümsedi, eliyle burnunu ısıttı. Ayaklarına baktı. Sırılsıklam olmuştu. “ Maaşı alınca yeni bir kar botu alayım “ dedi. Eskiden kar botu mu vardı? Eskiden ufaklık Sezin’in icatları vardı.

İşte şimdi bir anı daha geldi oturdu göğsüne. Sıcak bir çay ısmarladı. Islanmış ayaklarına bakarken yine güldü. Suzan’ın hanesi şehir merkezine az bir uzaklıkta köy ile kasaba karışımı bir mahalledeydi o zamanlar. Köy demek daha doğru olurdu. Şimdi villalar ile çevrili zengin bir görünüme sahip olsa da o vakit soba ile ısınan evlerin yanında, içinde üç beş süt ineği olan ahırlar vardı. Her ev bahçesinde sabah içinden aldıkları taze yumurtası olan kümese, kapı önünde bekçi köpeklerine sahipti.

Handan okula trenle gidip gelirken, Sezin bir evde oda kiralamıştı. Ama bu üçlü Suzanların köy evinde buluşmaya bayılıyor, sabaha kadar sıcacık sobanın yanında çene çalıyorlardı. Tam okulun yakışıklıları hakkında konuşacakları sırada Suzan’ın annesi kırmızı geceliği ile cam kapının arkasında beliriyordu. Kırmızı gecelikle kapı dinlemek olmazdı ki, hele ki kapı buzlu camsa.

 Kızlar kıkırdıyor, Reyhan teyze yatana kadar derslerin hocaların dedikodusunu yapıyorlardı. Suzan’ın evine okulun önünden kalkan otobüs ile gidiyorlardı. Durakta inip eve kadar bir süre yürümek zorunda kalıyorlardı ki işte o mesafe en çok eğlendikleri yerdi. Sokaklar bazen kahkahalarına kimi zaman gözyaşlarına şahitlik ediyordu. Soğuk ve yağmurlu bir okul dönüşünde durakta Sezin ikisini durdurmuştu.

Cebinden iki poşet çıkarmış, kızların şaşkın bakışlarına aldırmadan ayakkabılarına poşetleri geçirmişti. Grubun ailesi en zengin olanı, sınıfta tek cep telefonuna sahip bu burjuva kız; köy yolunu da, ahır kokularını sevmiyordu. Ama Reyhan teyzenin yemeklerini, sıcacık soba etrafında dostlarıyla olmayı çok seviyordu. Yine de pahalı süet ayakkabılarına çamur sıçramasından hoşlanmıyordu. Böyle bir çözüm bulmuştu. “ ahaha ben kupkuru ayakkabılarım ile eve varıcam. Siz düşünün” dedi yanındakilere. “ vay seni burjuva” sözlerine güldü çünkü alışmıştı.

Eve vardıkları anı hatırladı Suzan. Keşke o zaman akıllı telefon olsaydı ve Sezin’in tepkisini videoya çekebilseydi. Köyün taşlı yollarına Sezin’in icadı poşetler dayanamamış patlamıştı. Ayakkabıları çamur içinde kalmıştı. Üstelik nasılsa zeki olanınız benim diyerek rahat yürümüş hepten batmıştı yağmurlu köy yoluna. Kapıda suratı ekşiten Sezin’di. Kahkahadan eve giremeyen de Handan ve Suzan.

Çayı biterken üşüyen vücudu gevşemeye başlamıştı. Çevresindeki gençlerin masalarını tek tek incelemeye koyuldu. Tanıdık konuşmalar, gülüşmeler aradı. Tanıdık içecek bile yoktu ki masalarında. Çay, nescafe ve türk kahvesiydi Suzan’ın okuldan bildikleri. Ay sonu geldiyse cepte para kalmamış, bir bardak çay paylaşılır olmuştu aralarında. Ay başıysa, hele de harçlık fazla yattıysa hesaba nescafe lüksleriydi. Şimdiki gençlerinse masalarındaki kahve isimleri bile değişikti.

Yirmi yıl öncesinde kuruşlarını birleştirerek aldıkları kahvenin hatırı da hasreti de şu masada elinden ve gözünden telefonu ayırmayanlarla bir olabilir miydi?

Eh! Şimdi bu yirmi yıllık hatıra bir gün daha eklemeliydi. Telefon uzun çaldı.  Zaten Handan o telefonu ne zaman duymuştu ki şimdi duysun. Sezin’ i aradı.

-Şimdi sen aklımdaydın, kahvemi içerken aklıma ne geldi?

-Anlat anlat unuttuklarımı kırk yıla ekleyeyim canımın içi…