-Ne içersiniz?

Yeni başladı burada galiba diye düşündü. Yoksa her gün aynı saatte, aynı masada oturup, sadece iki fincan çay içtiğini ve çaylardan birinin şekerli birinin şekersiz olması gerektiğini herkes biliyordu.

Kafasını kaldırıp yeniye şöyle bir göz gezdirdikten sonra cevap verdi.

-Bir fincan çay lütfen, şekerli olsun.

Garson tabii der gibi başını salladı ve gitti. Çantasından yanından hiç ayırmadığı, üzerinde baş harflerinin yazdığı mürekkep kalemini çıkardı özenle. Sonra sırayla mavi renkli bir zarf ve beyaz, boş bir kâğıdı kalemin yanına koydu.

-Buyurun efendim, başka bir arzunuz var mı? Dedi, yeni garson. Yüzüne şöyle bir baktı gencin.

Kendisinden en az elli yaş tecrübesizdi. Saçlarına ve kıyafetindeki özene bakılacak olursa iş çıkışı sevgilisi ile buluşmaya gidecekti. Gözlerinde gençliğin ateşini görmek zor değildi.

-Adınız nedir? Diye sordu yeniye.

-İsmet efendim.

-Ooo adaşmışız İsmet oğlum, dedi içten bir gülümsemeyle. Adaşı da sıcak bir gülüşle karşılık verdi.

-Bir isteğim yok İsmet. Olanları da sen bulup getiremezsin, dedi. Gülümsemesi, dudaklarının acıyla karışık aşağı kıvrılmasıyla garip bir hal aldı.

Adaşının bir derdi olduğunu anlayan yeni garson, orada daha fazla oyalanmak istemedi. Patrondan laf işitmek işine gelmezdi.

-Peki efendim, afiyet olsun diyerek uzaklaştı oradan.

Her gün aynı saatte geliyordu. Ayda bir kez burada mektup yazıyor ve her ay değişik renkte bir zarfa mektubunu özenle yerleştiriyordu. Pastanenin sahibi ve çalışanları başta merak etseler de sonradan alıştıkları bu şahsın yalnızlık isteğini geri çevirmemişlerdi.

Çayını yudumlarken etrafına göz gezdirdi.

Burayı seviyordu. Etrafındakiler bilmese de çocukluğu bu sokakta geçmişti. Oturduğu masanın tam karşısındaydı büyüdüğü ev.  Şu anda her bir odasını turistlerin işgal ettiği bu butik otel bir zamanlar yuvasıydı. Tarihi konak olduğu için pek bir değişiklik yapılmamıştı.

Bir gün müşteri gibi girmiş, oda beğenememiş gibi yapıp tüm konağı gezmişti. Ona odaları beğendirmeye çalışan kız o kadar çok konuşuyordu ki; yüzünde çizdiği gülümseme ile oda oda çocukluğunu yaşıyordu İsmet aldırmadan. Bu yataklar, bu vazo yakışmamıştı buraya.

Girişinde yuvarlak bir masa vardı çocukken. Onun etrafında koşturuyordu babası onu. Yorulunca alt kattaki mutfağa kaçıyor. Oradan bahçeye çıkıyordu. Kendini salıncağa bırakınca yarışı kazanmış oluyordu.

Mutfaktan bahçeye açılan kapı gençliğinde de çok işe yaramıştı. Yan konaktaki Behice ile geceleri onların bahçe duvarının dibindeki kestane ağacının dalında buluşuyorlardı.

Ağaç da yerinde yoktu Behice de artık. İki konağın arasındaki duvar yıkılmış, otel birleştirilmişti. Behice’nin babası ve İsmet’in ailesi buranın şimdiki halini görseler uğruna onca kalp kırılan bu konakları bu kadar önemser bu kadar dert edinirler miydi?

Çayından bir yudum daha aldıktan sonra yazmaya başladı.

Muhterem Babacığım,

Bu ay hayatımda epey değişiklik oldu. Artık yaş yetmiş iş bitmiş diyorlar bana. Gözlerimin görmesinden, kulaklarımın işitmesinden de şikâyet eder oldular. İşten ayrılmak zorunda kaldım. Bunca yıl direndiğim emekliliği yakıştırdılar bana. Hacca git, torunlarınla oyna. Gerisini de görme, duyma diyorlar.

Sen ölene dek işinin başındaydın babacığım. Ben çalışmaktan başka ne yapılır hatırlamıyorken ne yapabilirim ki buraya gelmekten başka. Buraya gelsen sen de severdin. Sait amcanın mısır ektiği bahçenin yerinde bir sürü bina var şimdi.

Onlardan birini bir aile işletiyor. Kışın soba kuruyorlar. En çok da kışın seviyorum buraya gelmeyi. Senin mis gibi şekerli çayını içtim. Birazdan anacığımın şekersiz çayı gelir.

En sevdiğim bu saatte sizinle şu karşımdaki büyük salonda çay içmekti. Sen şekerli içiyorsun diye hep kızardı annem. Bana da paşa çayı getirirdi Selvinaz teyze. Hele İstanbul’un karlı soğuk günlerinde her bir odada yanan şömine ve sobaların çıtırtısı en sevdiğim müzikaldi. Şimdiki kafelerde nostalji olsun diye soba kuruyorlar.

Konağa kalorifer döşetmişler. Zamane gençlerine üzülüyorum biraz. Yaşlısı genci evlerin tüm hanımları soba tütmesinden, isinden, külünden bıkmış. Çok mutlular kalorifer petekleri ile. Oğlanın evinde bir odam var. Orada da bu peteklerden var babacığım.

Kemiklerimi soba gibi ısıtmıyor. Ruhuma zaten işkence. Yaz oldu mu bahçeye, konağın odalarına dağılan tüm ev halkı. Kış gelip çattı mı hangi odada soba, hangisinde şömine yanıyorsa onun etrafında toplaşırdı. O yüzden ben çocukken kışları sevmiştim hep. Kar lapa lapa yağarken senin gelişini sokak kapısının büyük çıngıraklı zili haber verirdi. Kapıya koşardım.

Başına düşmüş kar tanelerinin arkasından vuran sokak lambasıyla saçlarının üzerinde bir hare oluşurdu. Sanırdım babam değil melek gelmiş. Salona annemin kurdurduğu o büyük soba, akşamları hepimizin buluşma yeriydi. Kimse kaçamazdı kendi âlemine.

Mutfakta işi biten Selvinaz teyze, evin tüm dişar işlerini gören Abdi amca, yanlarında hem çalışmaya hem okumaya gelmiş yeğenleri. Bazı akşamlar halamlar, amcamlar. Kimsecikler bağa bahçeye, yazlık sinemaya, meyhaneye kaçamıyordu. Kar vardı, soba vardı. Sobanın görevinin sadece ısıtmak olduğunu zannediyordunuz siz.

Oysa ateşin tavana vurduğu o renkler, çıkardığı odun çıtırtıları arasında üşümemek için orada olan herkes o gün neler olmuş sırayla birbirine anlatıyordu. Annem en sevdiği berjerinde oturmuş dantelini işlerken sen sobanın diğer tarafındaki koltukta o gün işyerinde olan hadiseleri anlatıyordun.

Bazen gülüyor bazen ciddileşiyordun. Selvinaz teyzenin kestaneleri getirmesiyle oda şenleniyordu. Sobanın üzerinde kaynayan ıhlamurun kokusu sanki oda oda geziyor, ev halkını büyüleyip salona topluyordu.

Annemin çayı da geldi. Sizinle içtiklerime benzemiyor bu yeni yetme çaylar. Hasretimi dindirecek kadar idare ediyor işte. Görmeyen gözlerime, duymayan kulaklarıma bakıp benim de bir zamanlar çocuk olduğumu yakıştıramıyorlar bana. Birkaç saat sonra kızıma gideceğim. Babacığım onlarda da bir odam var.

Orada da petekler. Herkes üşümeden kendi odasında takılıyor. Akşam yemeğinde ve kahvaltıda anlıyorum o evde birilerinin yaşadığını. Abdest almak kolaylık. Banyoda üşümüyorum, sıcak su hep var. Ama ruhum üşüyor. Gittikçe yalnızlaşıyorum. Kışın yalnızlığı yaza benzemiyor. Ben her kış daha çocuk oluyorum. Her kış sizi daha çok özlüyorum.

Daha fazla devam edemedi yazmaya. Kalabalık bir hanım grubu geldi kafeye. Yan masaya gürültülü yerleştikleri gibi kahkahalarıyla İsmet’in hayallerini de işgal ettiler. Annesinin çayından son bir yudum aldı. Mektubunu zarfa özenle yerleştirdi. Adaşı koşarak geldi.

-Bir arzunuz mu var?

-Hesabı ödeyeceğim evlat.

-Yorulmayın siz, alayım ben.

Oradan çıktığında acı acı gülüyordu kendi haline. Kasaya kadar yorulması gerekmiyorsa demek gerçekten yaşlanmıştı. Kar yağmaya başlamıştı, elini cebine attı. Mektubuna sıkı sıkı yapıştı, babasının elini tutarmış gibi. Kaldırımda yetmiş yaşında yürüyen bir adamdı. Hayalinde babasının elinden tutmuş kar tanelerinin burnuna düşmesine gülüyordu. Postaneye girdi, mektubu memura uzattı. “Artık mektup mu kaldı amca” der gibi baktı memur. Ama demedi. Amcayı tanımıştı. Adresi de ezbere biliyordu artık.

Birkaç gün sonra mektup konağa ulaştığı anlarda İsmet amcanın selası okunuyordu camiden. Otelin güvenliği zarfı aldı, otelin sahibi Behice hanımla göz göze geldi. Behice Hanım, yan konağın biricik kızı Behice’nin torunuydu. Mektupları göndereni tanıyordu. Babaannesi ölmeden önce ona bu iki konağın öyküsünü anlatmıştı.

Mektuplar boşa gitmemişti. Behice aldığı her mektupta konağa daha çok bağlanmış, daha başka sevmişti. Son mektubu aldı. Konaktaki odasına geçti. Şöminenin başında, İsmet’in annesinin koltuğunda mektubu okudu.

Ateşe baktı. Ateşin duvardaki rengi, sesi tıpkı İsmet’in mektupta anlattığı gibiydi. Mektubu zarfa koydu. İsmet mezarına indirilirken, mektubu da annesi ve babasıyla çekildiği fotoğrafların olduğu kutuya girdi. Karlı, soğuk bir günde herkes sevdiğinin sıcacık kokusuna kavuşmuştu.