Bir türkü tutturmuşuz hep bir ağızdan… “Yetişemiyorum, zamanım yok; bahtım kara!” 


Sabahları uyanmak zor, kahvaltı yapmak da neymiş? Atıştırır, geçiştiririz. Bu konuda öyle başarılıyız ki “anı kurtarmak” söylemini icat etmişiz. Biraz sonraya ne kadar gücümüz yetecek, kestiremiyoruz. Muhtemelen geç kalacağız yine… Oysa çok iyi biliyoruz ki “Yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yoktur.” Bu cümleyi kuracak tecrübeyi kimseye dilemem bu arada.


Ertelemek; “sonra yaparım, yarın konuşurum, birazdan ararım, bir ara hazırlarım” avuntu cümleleri, “az sonra” kendini imha eden ve yerini strese bırakabilen geçiştirmelikler bence.


Sahi, geç kalmayı bu kadar kanıksamışken o şoför koltuğuna oturunca ne oluyor bize? Herkeste bir acele, bir telaş, bir sabırsızlık! Arabadan inince dünyayı kurtaracakmış gibi bir panik hâli… Anlamlandırmak güç…

Trafik zaten belli, kavşağın ortasına gelmiş aracın önünden kıvrılarak ilerlemek sana bir şey kazandırıyorsa yani o iki saniye senin için önemliyse ben gerçekten beklerim. 


Zaten bekliyorum… İki saniye geride, bir sonraki ışıkta yine arkalı önlü… “Pek de uzağa gittiğin söylenemez.” diyormuşum gibi de mahcup hissediyorum.  


“Yoo! Ben öyle yapmıyorum.” diyorsun, duyuyorum. Sana söylemedim zaten…