Pamukova… Daha önce iki kez gitmiştim. Biri festival kapsamında düzenlenen bir etkinlik biri de iş vesilesiyle.

Bir de Halil için gelmek varmış. Halil Demir için… Sahi hatırladın mı Halil’i, Hafız? Toprağı vatan yapanlardan Halil’i…

Şubat ayının ilk günleriydi. Yol kenarına sıkıştırılmış gibi duran Cami’de kılınan ikindi namazını müteakip cenaze namazına geçildi. O kadar çok araç vardı ki, arabamı bıraktığım yerden gelene kadar namaz bitmişti. Mecbur cenaze sonrasına kaldı bizim ikindi. Dar ve uzun bir tünel yapılmıştı yolun altına, camiden çıkan cemaatle birlikte yolun karşısındaki düzlük alana geçtik o tünelden. Çam ağaçlarının gölgelediği parke taşlı alana sığmadı gelen cemaat.

Birkaç üniformalı, bir kaç kravatlı, birkaç jilet kaydı traşlının haricinde hepsi gariban fakat diğerlerinin aksine yüzlerinden, hal ve hareketlerinden samimiyet akan bir cemaatti. Devamlı tünelde kalanlar var biraz daha ilerleyin anonsları yapılıyordu. O sırada hoca efendi başladı, er kişi niyetine. Hemen safları sıklaştırıp uyduk imama. İmamın tekbirlerine çam ağaçlarının yapraklarının hışırtısı eşlik ediyordu.

Acaba Halil’de benim gibi sever miydi yaprak hışırtısını? Ona da hatırlatır mıydı acaba yaylaların kekik kokusunu?..

Tabutun önünde annesi ve kardeşi duruyordu. Kalabalıktan pek göremiyordum ama annesinin bir kolunda bayan bir subay diğer kolunda bayan bir hemşire vardı. Artık yaş akmıyordu gözlerinden. Kalmamıştı belki de koskoca deryada bir damla.

Acaba Halil’de benim gibi ağlar mıydı birinin ağladığını gördüğünde? O da utanır, saklamaya çalışır mıydı akan gözyaşlarını?..

Kardeşi hiç ayrılmadı tabuttan. Sanki yanı başında iken ayrı kaldığı vakitlerin hüznünü taşıyordu çökmek üzere olan omuzlarında. İsmi Mücahit’ti onun ama Halil daha sevgiliydi. Önce onu istedi Rabbim. Mücahit hayatı boyunca ne kadar dua etse de sonunda “Rabbim bizim için neyin hayırlı olduğunu yalnız sen bilirsin. Bizlere hayırlısını nasip et” diyordu.

Acaba Halil nasıl dua ederdi. O da kardeşi gibi ne derse desin sonunda hayırlısı demeyi bilir miydi?..

“Hem o şehit kardeşiydi. Ağlamamalıydı. Güldürmemeliydi çakalları. Bugün bizim için bayram demeliydi.” diye düşünürken bu çenesi neden titremekteydi? Sesi neden konuşurken böyle cansız çıkıyordu? Peki bu omuzları neden kalkmıyor? Allah’ım nedir bu dizlerindeki dermansızlık? Vücudu istediğini istediği gibi yapmıyordu bir türlü.

Önce sarıldı abisinin tabutuna tıpkı yürümeye yeni başladığında düşmesin diye abisinin kendisine sarıldığı gibi. Sonra öptü tıpkı anasının kendini öptüğü gibi. Halil’in tenini hissetti al bayrakta. Sıcacıktı. Tabutun üstünde gezdirdi ellerini Halil’in saçlarını tarar gibi. Sonra “Allahu ekber” dedi ve doğruldu.

Tıpkı Erciyes gibi duruyordu. Herkesten yüksekte. Rüzgar sadece onun saçlarına değiyordu. Hedefine kitlenmiş bir şahin gibi bakıyordu.. Kanatları tüm Anadolu’yu gölgeliyordu. “Ben şehit kardeşiyim. Ne mutlu bana” dedi. Annesinin koluna girdi ve önümüzden geçtiler öylece.

Şimdi ise Şubat’ın sonu bir Halil değil kırk altı Halil kanatlandı şehitler tepesine. Boş bırakmamalı o tepeyi. Biri beklemeli. Bayrağın rüzgârı beklediği gibi…