Türeyen'in yazısı şu şekilde: 

Cam Kenarındaki Yaşam

Bedenim yatıyorken yüreğim ayakta duruyordu.
   Yüreğimin içine girip oradan çıkmak istemiyordum çoğu zaman.
   Keşke gerçekten insan, kendi yüreğine girip bakabilse ne var ne yok diye.
   Öyle gün geliyordu ki taşıyamaz oluyordu bedenim yüreğimi. Yüreğim ağır geliyor, çökertiyordu bedenimi. Hani demin demiştim ya “İnsan kendi yüreğine girebilse.” diye.
   “Benim yüreğime Yüce Allah giriyor ve temizliyor.” diyordum sonra kendi kendime.
    Böyle düşününce içime bir ferahlama geliyordu, rahatlıyordum. Nasıl ki gökten yağmur yağıyor, yolları temizliyorsa yüreğimi de öyle temizliyordu. 
    Yürek ferahlığım döşeğim oluyor, mışıl mışıl uyuyordum, böyle düşündüğüm gecelerde.
  Yine gökyüzüne bakıyor, yine hayaller kuruyordum cam kenarındaki köşemde.
    Benim köşem cam kenarıydı, oradan bakıyordum hayata.
    İnsanlar geçiyordu yanımdan. Arabalar hiç bana bu kadar yakın olmamıştı.
      Güneş perde aralarından ışınlarını bedenime gönderiyordu. Sanki sıcaklığın iyi geldiğini bilircesine.    
   Cam kenarındaki köşemden bakıyordum hayata. Bazen de gözlerimi hayallerime çeviriyordum, gerçek hayatla karşılaştırıyordum. Benim hayallerimde engel yoktu mesela.
Mimari sorunu yoktu. Merdiven diye bir şey de yoktu. Engelsizler dünyasıydı benim hayal dünyam. Sıkça uğrardım oraya. Gerçek yaşamdansa hayali yaşam daha kolayıma geliyordu.
    Aslında gerçek hayattan pek de umutsuz değildim. Hayata dair hala umudum vardı.
Zamanla mimarı yapı ilerler ve biz engelliler için de bir şeyler yapılırdı.
Mesela yalnız gidebileceğimiz yerler inşa edilebilirdi.
   Cam kenarındaki köşemde geceleri gökyüzüyle ben, ev halkı uyurken baş başa kalırdık.
Ben hayaller kurardım, yıldızlar hayallerime ışık tutardı. Kötü hayallerin karanlığından korumak istiyor gibiydi. Canım hiç sıkılmazdı cam kenarında. Çünkü hayat yürüyordu. Ben değil. Hayat yürüyordu, bense durduğum yerde büyüyordum. Bedenim duruyordu, zaman beni yalnız bırakmıyordu. 
   Yaşamın ilerlediği cam kenarında, bedenim soğuk bir duvarı andırıyordu. Kıpırdatamıyordum bir türlü o duvarı.  Duvarı her kıpırdatamadığımda sırtımda kambur oluyordu.
   Hayattı bu. Başımıza vura vura öğretiyordu kendisiyle yaşamayı.
   Kimimizin imtihanı zor oluyordu. Bana da zor imtihan denk gelmişti.
   Ama ben zor olanı seviyordum. Ne kadar zor olsa imtihanım, bir o kadar arınmış hissediyordum kendimi. Hayatın öğretmenliğini seviyordum. Kimimiz onun öğretmenliğini kabul etmeyip saygısızlık yapardı. Bazılarımız ise onu ciddiye alıp verdiği sınavları elimizden geldiğince başarıyla geçiyorduk.
   Ben de başarılı olanlardandım. Umarım hayatın dikenli yollarında ilerlerken düşüp kalmam da yolun sonundaki cennete ulaşırım. Cenneti her düşündüğümde genzim, dolan güzel kokularla bayram ediyordu.    
   Benim cam kenarımdı orası. İnsanlar geçip gidiyordu gözlerimin önünden, tıpkı hayat gibi, ömrüm gibi. Ömrüm zamanla birlikte gidiyordu. Sesimi duyuramıyordum onlara ne kadar bağırsam da. Yaşlanıyordum hayatı yaşayamadan. Yaşayamadığım hayat akıp gidiyordu gözlerimin önünden. 
    Kabullenmiştim ben kaderimi. ‘’Takdiri İlahi’’ deyip geçiyordum çoğu zaman. “Bir gün öleceğiz.” diyerek geçiriyordum günlerimi. Sonra dış dünyaya çeviriyordum gözlerimi. Nasıl ki benim bir hikâyem varsa gördüğüm evlerde yaşayanların da birer hikâyesi vardır. O hikâyeleri düşleyerek teselli ediyordum kendimi. Her tesellide bir ferahlık vardı benim için.    
    Ben kim miyim? Ben baktığın yerdeyim, tabii dikkatli bakabiliyorsan. Herhangi bir evdeyim belki de, bak ve gör beni.
   Ya da dışarıdayım. Tekerlekli sandalyemden düştüm, senden yardım eli bekliyorum.
    Ben bir engelli bireyim. Engelimin ne olduğunun bir önemi yok, gel yanıma konuş benimle, kaçma benden. Çocuklar korkmasın, toplansınlar etrafımda, oyunlar oynayalım beraber.

Engelli arkadaşıma ithafımdır.