Eğitim, yalnızca bir müfredatın uygulanması değil; bireyin kimliğini, özgüvenini ve yaşam yönünü inşa eden uzun soluklu bir yolculuktur. Bu yolculuğun en önemli iki rehberi ise aile ve öğrencidir. Fakat ne yazık ki bu iki taraf, aynı hedefe yürürken çoğu zaman farklı yönlere bakabiliyor. Veliler “iyiliği” adına baskı kurarken, öğrenciler “anlaşılmadıklarını” hissedebiliyor. İşte tam da bu noktada, eğitimin sessiz ama en derin krizlerinden biri ortaya çıkıyor: Anlayamamak ve Anlaşılmamak.
Psikolog Doğan Cüceloğlu, “Bir çocuğun kendini güvende hissetmediği bir ortamda öğrenme gerçekleşmez” ifadesini kullanmıştır. Bu söylem yalnızca bir pedagojik tespit değil, aynı zamanda bir yaşam ilkesidir. Çünkü öğrenme; kalem, kitap ve bilgi kadar, duygusal güven gerektirir.
Aile, bazen kendi yaşadığı eksikleri çocuğu üzerinden tamamlamak ister. “Biz senin yaşında olsaydık” diye başlar söze. İyi niyetli olsa da öğrencinin zihninde baskı olarak yankılanır, bu ses. Oysa çocuk, hatasız değil; hatalarıyla kabullenilip, anlaşılarak büyümek ister.
Bir eğitimci olarak yıllardır şunu gözlemliyorum: Öğrenciler başarısız olduklarında değil, anlaşılmadıklarında umutsuzluğa düşüyorlar. Çünkü anlaşılmak, yalnızca söylenenleri duymak değil; karşısındaki gencin dünyasına kısa bir yolculuk yapmaktır. Bir öğrenci, ailesinin beklentisini değil, duygusunu anladığında değişmeye başlar. Aynı şekilde bir veli de çocuğunun tembelliğini değil, yorgunluğunu görmeyi öğrendiğinde iletişim köprüsü kurulur.
Bilindiği gibi bugünün gençliği, önceki kuşaklardan farklı bir çağda büyüyor. Onlar için bilgiye ulaşmak saniyeler sürüyor ama kendini anlamak yıllar alabiliyor diyebiliriz, net bir şekilde. Bu yüzden ailelerin rehberliği, otoriter bir çizgiden çok “yanındayız” düşüncesini taşıyan bir tutumla ilerlemeli. Ebeveynin “Ben senin yanındayım” cümlesi, bir öğrencinin en büyük motivasyon kaynağıdır. Çünkü bir genç için en güçlü ilham, ailesinin gözlerindeki güven duygusudur.
Albert Einstein’ın beni etkileyen bir sözünü kullanmak ve hatırlamak isterim: “Eğitim, okulda öğrenilenlerin unutulmasından sonra geriye kalandır.” Yani eğitimin özü; sınav puanlarında değil, karakterde, iletişimde ve ilişkilerde saklıdır, diyebiliriz. Bir öğrenciye matematiği öğretmek kadar, hatasından sonra yeniden ayağa kalkmayı öğretmek de eğitimin görevidir. Kalp atış ritmi gibi…Aile ile öğrenci arasındaki doğru iletişim, sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda çocuğun öz saygısını da güçlendirir. Çünkü bir genç, kendini değerli hissettiğinde öğrenmeye daha açık hale gelir. Benim fikrim önemli değil zaten diyen bir gençle Sence bu konuda ne düşünüyorsun? diye başlayan bir diyalog arasında, sadece bir cümle değil, koca bir gelecek farkı vardır.
Sonuç olarak, eğitimde anlamak ve anlaşılmak; bir lüks değil, bir zorunluluktur. Bir anne-babanın “Bugün nasılsın?” sorusu genellikle bir sınav sonucundan daha değerlidir. Çünkü o soru, “Seni görüyorum, önemsiyorum.” mesajını taşır. Ve bir genç, bu mesajı aldığında yalnızca derslerinde değil, hayata karşı da motive olur. Sözün özü: Belki de eğitimin en güzel tanımı, “Bir kalbi, bir diğer kalbin ışığıyla aydınlatabilme çabası.” şeklinde yapılmalıdır.