Yılbaşına günler kaldı.
Sokaklar ışıl ışıl, vitrinler süslü, AVM’ler kalabalık…
Herkeste bir “yeni yıl” heyecanı var.
Peki gerçekten neyi kutluyoruz?
Ülkenin gündemine baktığımızda tablo ağır.
Taciz, tecavüz, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, adalet tartışmaları…
İnsanlar geçim derdinde; kira, fatura, pazar filesi hesap kitapla dolu.
Birçok evde yılbaşı sofrası değil, yarın nasıl geçecek sorusu kuruluyor.
Ama dışarı bakınca sanki başka bir ülkedeyiz.
Müzik, indirim afişleri, yılbaşı çekilişleri…
Bu coşku neyin coşkusu?
Asıl soru şu:
Bu kutlama bize ait mi, yoksa alışkanlık mı?
Yılbaşı dediğimiz şey aslında bir takvim değişimi.
Ne dini bir bayram, ne de kültürümüzden doğan bir gelenek.
Batı’dan alınmış, zamanla tüketimle iç içe geçmiş bir ritüel.
Ama mesele Noel mi değil mi tartışmasından çok daha derin.
Bugün insanlar yeni yılı;
umutlarını kaybettikleri için,
kaçacak bir an aradıkları için,
“belki bir şeyler değişir” demek için kutluyor.
Çünkü başka tutunacak dal kalmadı.
İşin ironik yanı şu:
Bir yandan “din, ahlak, aile” söylemleri her yerde…
Öte yandan toplumda vicdan erozyonu hızla büyüyor.
Sözle savunulan değerler, hayatta karşılık bulmuyor.
İnsanlar yılbaşını kutlarken aslında şunu demiyor mu?
“Bu yıl da olmadı, belki yenisi daha iyi olur.”
Ama gerçek şu:
Takvim değişiyor diye adalet gelmiyor.
Işıklar yanıyor diye karanlık aydınlanmıyor.
Çam ağacı süsleniyor diye toplum düzelmiyor.
Kutlanan şey bir yıl değil,
kaçış hissi.
Belki de mesele kutlamak değil.
Mesele, bu ülkede insanların neden bu kadar umuda muhtaç hale geldiği.
Yeni yıl değil,
yeni bir düzen,
yeni bir vicdan,
yeni bir adalet anlayışı lazım.
Yoksa süsler toplanır,
ışıklar söner,
geriye yine aynı sorular kalır.